8 Şub 2010

İstanbul'da Farklı Bir "Yaşam Kavgası"

 






İstanbul bu aralar pek moda!

Gün geçmiyor ki uluslararası medyada, tasarım, moda, ekonomi, politika, magazin konusu farketmeksizin kentimizle ilgili övücü bir haber çıkmasın. "Küresel Metropol İstanbul" diye toplantılar yapılıyor.

Kentin aslında hiç sönmeyen yıldızı artık daha çok ışıldıyor.

Dünyayı kendi çevresinden ibaret sanan, sürekli kendini merkeze konumlayan kimilerimiz, nedenini nasılını sorgulamaksızın bu durumdan kıvanç duyuyor. "Bu ani aşk da nereden çıktı?" diye düşünmeye çalışmıyor kimseler.

Aslında, İstanbul bizim için çok hareketli, çok ışıltılı, biraz hüzünlü, ama her zaman çok güzeldi. Kimilerimize göre giderek çirkinleşiyor bile.

Ama, artık güzel veya çirkin, İstanbul, küresel metropoller sistemine, ağına entegre edildi. İlginin esas nedeni bu.

Bu süreçte bölgesel, hatta küresel bir merkez olma yönünde geliştirilen kentimizi verimli bir biçimde "değerlendirmeye" çalışan yerel ve küresel yatırımcılar da doğallıkla giderek çoğalıyor. Bu gelişme karşısında durabilmek ise olanaksız.

Bu topraklar küresel örgütlenme içinde kendisine önerilen görevleri yerine getirmek uğruna, yakın bir gelecekte her düzeyde çok daha büyük çapta yatırımlara, dönüşümlere, tıkanıklıklara, kutuplaşmalara ve dolayısıyla da gerilimlere sahne olacak. "Küresel İstanbul"da doğallıkla daha çok sayıda iş, finans, alışveriş, turizm merkezi kentten parçalar koparılarak özel imar izinleriyle yapılacak. Altımızdan üstümüzden yollar, otoyollar geçirilecek, ama biz kentliler yine de "ulaşamayacağız". Enerji yetmeyecek, jeneratörler, regülatörler alacağız, su yetmeyecek su depoları ve hidroforlar alacağız. Su diye ikiyüz kilometre uzaklardaki nehirleri kurutacağız. Tarihsel, doğal servet, kültürel miras, kamu alanı gibi kavramlar yatırımcılara vız gelecek. Yeşil alanlar satılacak, kentteki tüm boşluklar yapılandırılacak, yapılandırılamayanlar otopark olacak. Kamusal kullanıma açık bir karış kent parçası kalmayacak. Boğaz'a elbette yeni köprüler yapılacak. Çevremizdeki evleri, orada yaşayanların gözünün yaşına bakmadan teker teker toplayan guruplar, "Haydi yürüyün, burada kentsel dönüşüm var!" diyecekler. Dönüşen bölgelere ise hizmet, finans sektörü işyerleri ile bunların çalışanları yerleşecek. Konutlar kent merkezinden çok daha uzaklara sürülecek, kentlilerin günlük yolculuk mesafeleri ve süreleri artmaya devam edecek. Kentin bazı kısıtlı bölümleri, "müze-kent" sıfatıyla korunuyormuş gibi yapılacak. İçlerindeki yaşam bu çağdışı koruma anlayışıyla boşaltılmış olan bazı mahalleler, gerçekten yabancılar tarfından "tadımlık niyetine" müze gibi gezilecek. Böylece, bir süre sonra İstanbul bambaşka bir İstanbul olacak. Ama, bugünkünden daha İstanbul, daha yaşanabilir, daha mutlu bir yer olacağı çok tartışmalı. Nihayet bitirilip onaylanmış olan İstanbul Metropoliten Planı'nı bir kez de bu gözle okumak gerek. Sanayi çıkıyor, dolayısıyla işçilerin yoğunlaştığı "gecekondu-slum" bölgeleri, kentsel dönüşümle yeniden "kazanılıyor". Kentte Merkezi İş Alanı genişliyor, her yerde Yüksek Teknoloji, Turizm, Finans, Hizmet alanlarından geçilmiyor.

Peki kentli, yenisi, eskisi, burjuvası, emekçisi, marjinali, bir kenti kent yapan asıl yaşayanları ne düşünüyor bu gelişme karşısında, soran var mı? Sormayacaklar elbette ve sakın konuşmayın, çünkü, bu yeniden üretim ve paylaşım sürecinde, "Durun, bizim de görüşümüzü alın!" diye girişimde bulunanlar, bazı çevreler tarafından suçlu, hatta vatan haini ilan edilebilirler. Hele görüşlerinizi bir Sivil Toplum Kuruluşu aracılığıyla açıklarsanız, aman, örgütlü suç bile işlemiş olabilirsiniz. Bir iki örnekle açıklamaya çalışayım.

Çiftlikten Plazaya, Plajdan Turizm Merkezi'ne
Tüm kente, geliştirilecek ve dolayısıyla da nemalanılacak bir arsa gözüyle bakanlar için tam merkezdeki Levent'te İstanbul'un en iştah kabartıcı metrekare potansiyeli yatıyor (800.000 metrekare, yani yaklaşık 40 adet Dubai-Towers arsası). Öyle ya, tam finans merkezinin, küresel markalı otellerin, alışveriş merkezlerinin, finans ve çokuluslu şirket kulelerinin dibinde, bir avuç "İstanbullunun" yaşadığı bahçeli evlere de ne gerek var! Ama, acaba, kim kimin bahçesine yerleşiyor, önce bir bakalım...
1950'lerde İstanbul'un biraz dışında, o zamanlardaki adıyla Levent Çiftliğinde, bahçeli düzende planlanmış; uygar bir kentsel yaşama model oluşturması için de her ayrıntısı düşünülmüş "modern" bir mahalle kuruluyor. Bahçelere, sokaklara bugün artık gelişmiş olan tam otuzbin ağaç dikiliyor. Bu ağaçların çok büyük bölümü meyva ağacıdır ve bu davranış, bugün sözü çokça edilen "sürdürülebilirlik" adına müthiş bir öngörüdür. Mahallenin Maslak cephesindeki parkına da büyük bir tabela konuyor: "Çağdaş Şehircilik Örneği Levent'e Hoşgeldiniz!". Yani, Modern Türkiye, Levent'le gurur duyuyor! 1990'larda, ise aynı parkta bir gökdelen yükselmektedir. "Honk Kong Shangai Bank Corporation" bankası... Dünya çapında örgütlenmiş olan bu bankanın adı bile geleceğin küresel dünyasını müjdelemiyor mu?

Ne kadar hızlı bir dönüşüm... Yalnız orası mı? Artık İstanbul'un, Kuzeye doğru büyümesiyle Levent Çiftliği'nin de yeraldığı "Ayazağa" tam bir gökdelenler bölgesidir. Bu süreçte, Levent, planlarla da tescil edilmiş olan normal konut statüsüne karşın, aylık kirası onbinlerce dolarla ifade edilen mini plazalar yığınına dönüştürülmeye çalışılmaktadır.

Bu arada, kentin her yerinde yasal olan bazı ("home-office" türü) işyerlerinin burada da yasal olduğunu ve tüm taraflardan onay gördüğünü belirtelim. Bu konuda ülkemizde başvurulabilen tek kaynak olan "kat mülkiyeti kanunu"nun izin verdiği türden ofisler bunlar... Eskiden, zanaatkar veya doktor "amcalar" akşam da olsa, acil bir durumda, arandıklarında hani evlerinde bulunur, birisi (eşi veya çocuğu) camdan seslenir, talebin aciliyetine göre, evden "bir dakika" denir, ilgili, ihtiyaç duyulan kişi, mahmur ve genellikle ev kılığı ile iner, dükkanını, muayenehanesini, eczanesini neyse açardı ya, o türden işyerleri bunlar. Yani, antika mobilyacı dükkanı, tüpgazcı, hayvan hastanesi, mermer ihracatçısı, prodüksiyon şirketi, gece kulübü, mini plaza değil. Aslında bu eski tür ilişkiler biraz nostaljik artık, ama gene de komşularınız arasında aniden zor bir durumda kalınca danışabileceğiniz bir doktor, çatınızı tamir ettirebilecek iyi bir ustayı temin edebilecek bir mimar bulunması pek fena olmaz. Şimdiki işyeri türleri öyle değil ki, hayvan hastanesinin bacasından geceleri kara dumanlar tütüyor (nedense?), meyhanenin bodyguardları kapınızı açıp bahçenize dört adet cip park edebiliyor, reklam şirketinin bekçileri, bir film çekiminde gerekiyor diye "aciliyetten" parktaki bir çam ağacını kesip sürükleyerek ajansa götürebiliyor. Durun diye sokağa fırlarsanız, aman! "Ayağınıza kurşun"...Levent şimdilik global pazara sunulabilecek şahane bir arsa olmaya direniyor. Bu süreçte, İstanbul'da benzeri neredeyse hiç kalmamış bahçeli konutlarda oturanlar ile buralara konuşlanmakta olan ticaretheneler, onların otoparkları, devasa klimaları ile, restoranlar, koku ve gürültü püskürten bacaları, eğlence yerleri ve bodyguard'ları, hastaneler, restoran ve hastane atıkları, mini plazalar arasında (şimdilik uygar) bir savaşa sahne oluyor.

Sivil Toplum...
Kentlilerin, yani gerçek sahiplerinin kentleri için karar verme süreçlerine katılımlarının en çağdaş, demokratik yönteminin Sivil Toplum Kuruluşları olduğu bilinciyle 1996 yılında Levent'te kurulan bir dernek, tüm benzerleri gibi, yaşadığı yöreyi ve kenti daha yaşanılır, daha sürdürülebilir kılma çabalarına girişiyor. Aynı dönemde, gelişen çevre bilinci sonucunda, yalnızca İstanbul'da değil, ülkenin çok farklı bölgelerinde de bu türden gruplar oluşmaktadır. Bergama, Hasankeyf, Fırtına Vadisi direnişlerini düşününce toplumumuzda çok farklı kesimlerin, çevreleri hakkında düşünce ve karar üretme, söz söyleme düzeyine, bilincine ulaştıklarını görürüz.
Bu olgu üzerinden, bireylerin, siyasilerin bilincini aştıkları yorumu mu yapılmalı bilemiyorum. Metropollerde de bu türden örgütlenme ve talepler, özellikle 1980'lerden bu yana gelişen neo-liberal ve küresel politikalar karşısında yükselir. Bu tür yerel ve spontane hareketlerin aslında son derece barışçıl, hatta naif talepleri ise, ne yazık ki zaman zaman görüldüğü gibi, devlet güçleri ile de karşı karşıya kalır ve bazen şiddete varan baskılar ile karşılaşırlar.Levent örneğine dönelim: Mahalleliler, dernek aracılığıyla yerel ve merkezi yönetimlere başvurarak toplumsal ve fiziksel çevrelerine, doğaya, kent kültürüne, kent belleğine sahip çıkmaya çalışıyorlar. Dernek, gereğinde hukuk yoluna da başvurmaktan kaçınmadığı için Belediyeler ile (siyasal görüşleri, programları, "önce insan" sloganları ve benzeri söylemleri, ne olursa olsun...) çok sorunlu zamanlar yaşıyor...

Sonunda, 2008'de Beşiktaş Belediyesi'nin de çabasıyla Levent Mahallesi, "Kentsel Sit" ilan edildi. Elbette bölgede yerleşmiş ticarethane sahipleri veya yatırım amaçlı olarak arsa edinmiş vizyon sahibi girişimciler de karşı baskılarını arttırdılar. Demokratik temsiliyet adına, keşke onlar da masaya gelip tartışmalara katılabilselerdi. Duayen bir hukuk adamımızın görüşüne göre, "yasal olmayan bir talep çerçevesinde hiçbir örgütlenme yasal değildir", ama gene de bizce, örgütlü bir ses, tehdit edici bireysel çıkışlardan evladır. Ama, Levent'i spekülatif vatan toprakları olarak algılayıp, (Çiftlik tarihini anımsamadan edemiyor insan!) bir koyup beş alanlar, tam bir "karşıt taraf" olmayı tercih ettiler. Kimi işyerleri, yasal olmayan konumlarını sürdürebilmek için, İmar Planı'nın iptali için dava bile açtılar ve elbette kaybettiler. Nihayet bir aşamada, zorunlu olarak yasal olmayan işyerlerine tahliye kararları bildirilmeye başlandı. Bunun üzerine, kimi "yatırımcılar", mağduriyetlerini öne sürerek bunaltıcı, tehditkar ve giderek tehlikeli bir biçimde dernek üzerinde baskı kurmaya girişti. Gönüllülüğü tüm engellere karşın sürdürmeye çalışan alçak gönüllü, iddiasız insanlar; emekliler, ev kadınları, tehdit telefonları almaya başaldılar.

Derneğe gelen başvurulardan (!) öğreniyoruz ki, Belediye de (yöneticileri, bürokratları, artık kimlerse...) işyeri başvurularından, hatta inşaat başvurularından bunalınca talepleri derneğe yönlendirebiliyor, derneği adres gösterebiliyor. Diğer yandan işyerini yasalara uyarak başka yere taşıyan veya kapatan (buna son dönem ekonomik krizi de neden olabiliyor elbette) kuruluşlar, açığa çıkardıkları çalışanlarına, "işte ekmek paranıza engel olanlar" diyerek de derneği açık hedef olarak gösterebiliyor.

Böylece, Kamu Kuruluşları tarafından, yalnızca yürürlükteki yasa, yönetmelik ve plan kararlarının, yetkililer tarafından, gecikmiş olarak da olsa uygulamaya konduğunun duyurulması gerekirken, "mahallelerinde sürdürülebilir bir yaşam" hedefleyen ve bu yönde demokratik katılım hakkını kullanmaya çalışan dernek ve üyeleri neredeyse suçlu ilan ediliyor. Sanki, yöneticiler, gemiyi dalgalı sularda da nasıl yürütebileceklerini iyi hesaplamışlar, sivil toplumu ters köşeye yatırabilmek için stratejilerini iyi kurmuşlar. Ayaklarına dolanan bu tür kuruluşları daha doğmadan öldürmenin yolunu hesaplamışlar.

Ne yazık ki yerel ve merkezi yönetimler, insanın ve toplumun sesini doğrudan iletme gücüne sahip olan bu tür kuruluşları, hasım ilan edebiliyor. Uygar dünyada, böyle kuruluşların varlığını bir şans olarak değerlendiren yöneticiler ise bu tür sivil girişimler ile sürekli işbirliği yapıyorlar. Çoklu katılım, zaman zaman gerilimlere neden olsa da sağladığı doğrudan temsiliyet ile yöneticiler tarafından kapalı kapılar ardında alınan sürpriz kararlar sonrasında ortaya çıkabilecek çatışmaları önleyebiliyor. Bu yöntem, çok renkli, çok katmanlı, çok kültürlü olduğunu iddia ederek övdüğümüz toplumumuza yakışan bir davranış olmaz mı?

...Tehdit Altında
Kentler üzerinde, küresel ve yerel sermayenin talepleri, kentsel mekanın kullanım çeşitliliği arttıkça bir karşı ağırlık olarak, kendi çıkarlarını savunan örgütlerin de oluşması çok doğal.

Ataköy'de kıyısını geri isteyenler ile, Sulukule'de yaşamlarını sürdürmek isteyen insanların aslında bu anlamda bir farkları yok. Altyapısı yetersiz bir Maslak'ta artık yeni kuleler istemeyenler de aslında gelişim karşıtı gericiler değil, yalnızca daha planlı bir kentte, yaşamlarını biraz daha uygarca sürdürebilmeyi talep eden kentliler. Bu talep karşısında Dubai Towers'ı illa ki yaptıracağım diye tutturanlar da kendilerine biçtikleri misyonu (veya kendilerine verilen görevi) yerine getiriyorlar aslında. Burada önemli olan tarafların masaya oturup kamuoyu önünde, gerekçelerini dürüstçe ortaya koyabilmeleri, uygarca tartışabilmeleridir.

Metropolde çoklu bir yaşamı sürdürebilmenin tek yolu da budur. Ne var ki, birisi bu ülkede, diğerine "vatan haini" dediği zaman yeni düşmanlıklar üretiyor demektir ve orada ilişki kopar.
Güncel bir örnek ile toparlayalım. Geçenlerde Sivil Toplum karşısında gardını alan başka bir kamu kuruluşunun korku salıcı bir ilanı görüldü basında. TOKİ, Ataköy'de kıyı parsellerinin satışını savunan bir ilanında, "... (parseller) kamu malı olup, bu nedenle arsaların değerini düşürücü eylem ve fiiller, kamu malına zarar verici niteliktedir" diyordu. Bu ülkede, "Kamu malına zarar vermek" ne demektir, bilen bilir. Bu gazete ilanı ile TOKİ, satışa karşı çıkanları, kıyının kamusal bir alan olarak düzenlenerek herkese açılmasını savunanları uyarıyor, hatta peşinen tehdit ediyor. Demokratik dünyada eşi görülemeyecek bu tür davranışlar, ülkemizde yeni serpilmeye başlayan gönüllülüğün, sivil inisiyatifin, sivil toplum kuruluşlarının güçlenmesini de engelliyor.

Bu arada hatırlatayım, sürekli gündeme getirdiğimiz "AB kriterleri" de Sivil Toplum'un güçlenmesini şart koşar, hatta AB, birçok konuda, resmi kuruluşlar yerine STK'ları muhatap alır. Bu bilgi de, "AB Müzakereci"lerimizin dikkatlerine sunulur.

Sonuç olarak, herkes herhalde biliyordur, ama bir kez daha yineleyelim: Elbette tüm plan yetkisi, planı uygulama yetkisi, denetim görevi her zaman karar gücünü elinde bulunduran belediyelerdedir. Keşke bu görevlerini her zaman Kamu yararını da gözeterek ve cesaretle yerine getirebilseler.

Ama kentler de kentlilerindir ve uygar dünyada onların da konuşma hakkı vardır. Ne demeli? Umalım bir gün, ülkemizde Sivil Toplum gerçekten yetkili olsun, çevresine sahip çıkabilsin...

Yazan: Haydar Karabey Tarih: 28 Ocak 201.

1 yorum:

  1. güzel bir laf var "Türkler'in Türkler'e hava atması" diye. yerinde ya da yersiz yazayım dedim.

    YanıtlaSil