17 Ara 2009

başlıksız II

Artık bu durumu ezberlemiş olmak gerekir diye düşünüyorum.

Yani, Güneydoğu’da yaşanan savaşın sona ermesi için atılan her ciddi adım arifesinde yaşanan ve hepimizin ağzına pelesenk olan şu “provokasyon”lardan bahsediyorum.

1994 mayısında 33 askerin PKK tarafından öldürülmesi, ardından 1996 yılında Güçlükonak’ta 11 köylünün taranıp yakıldığı ve örneklerini çok daha arttırabileceğimiz, hep de barış hazırlıklarının yapıldığı dönemlere denk gelen şaibeli, acı hadiseler...


Bingöl’de öldürülen 33 asker hadisesi ve Reşadiye saldırısı bugün Başbakan ve bakanlar tarafından kuşkulu bulunuyor. Ergenekon savcıları bu iddiaları incelemek üzere soruşturma başlatıyor. Katliamdan sağ kurtulan askerler dinleniyor. Güçlükonak katliamı ise Aktüel’in dönemin insan haklarından sorumlu bakanı Adnan Ekmen’le yaptığı röportaj ve sonrasında Taraf’ın bu haberi büyütmesinin ardından Diyarbakır Başsavcılığı’nın bir ihbar mektubunu da ciddiye alarak açtığı yeni soruşturmanın konusu olmuştu hatırlarsanız.

Bir “cold case” vakası daha raftan inmişti anlayacağınız...

2002 seçimlerini kazanması ile birlikte vesayete ve kızıl elma koalisyonuna karşı meşruiyetini sağlama almak isteyen AKP, AB üyeliği çıpasına sıkı sıkı sarılmış, rüyamızda görsek inanamayacağımız reformları arka arkaya Meclis’ten geçirip, mümkün olduğu kadar da uygulamaya koymuştu.

Reformlarla birlikte siyasi ve ideolojik iktidar arasında süren çatışma iyice sertleşmişti. O sıra Agos’ta Dar Kapı isimli köşemde sık sık yazıyordum; çünkü korkuyordum. AKP kırmızıçizgileri aştıkça, derin iktidarın ideolojik fay hattına yüklenen enerjinin uğursuz bir biçimde açığa çıkacağını biliyordum çünkü.

Nitekim...

Önce 5 Şubat 2006’da Rahip Santoro’yu 16 yaşında bir çocuğa öldürttüler. Hemen ardından 17 Mayıs 2006’da ise Alparslan Arslan Danıştay’ı basıp İkinci Daire Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürdü, dört üyeyi ise yaraladı. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, saldırının Danıştay’a değil, laik cumhuriyete yapıldığını söyledi.

Özbilgin’in cenaze töreni AKP karşıtı bir kalkışmaya dönüştü.

Sonrasını biliyorsunuz: Danıştay Davası Ergenekon’la birleşti. Olayın Ergenekoncular tarafından hükümeti yıkmak üzere tertiplendiği iddiaları bugün bu davanın ana konusu haline geldi.

Ben ise bu cinayetlerle de yetinmeyeceklerini biliyordum ve pek çokları gibi yazıyordum da bunu. Çünkü AKP hâlâ iktidardaydı ve uzun bir süre de öyle kalacağa benziyordu. Hükümet de olası “provokasyon” risklerini görüyor olmalıydı. Çünkü MİT, Kasım 2003’te Ergenekon örgütünün varlığı, amaçları ve yönetim şemasını içeren raporu Başbakanlığa göndermişti. Hani Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz darbe planlarının hazırlandığı zamanlardı onlar...

Nitekim 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’i, Agos’un önünde 18 yaşını doldurmamış bir tetikçiye –henüz bu bile kesin değil- vurdurdular. Birkaç ay sonra Malatya’da üç misyoneri koyun gibi boğazlayanlar da genç çocuklardı. Kafes planındaki gibi, tüm bu eylemler Müslümanların sırtına yüklenecek, ülke istikrarsızlaştırılacak, AB üyelik süreci tavsayacak, AKP de iktidarı, ama darbe, olmadı siyaseten yıpranarak kaybedecekti.

Perde arkasında nasıl bir mücadele dönüyor bilemem ama, eğer adalet galip gelirse, Santoro, Dink ve Malatya “provokasyonlarının” da Ergenekon Davası’yla birleştiğine tanık olacağız. Tekrar ediyorum, eğer adalet, akıl ve vicdan galip gelirse, Ergenekon davasında, bir cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkeyi sahnenin gerisinden yöneten İttihatçı zihniyetin sanık sırasında oturduğunu göreceksiniz. Bu dava ile belki de cumhuriyet tarihinin bütün “provokasyonlarının” müsebbiplerinin açığa çıkması söz konusu olabilecek. Zor bir ihtimal belki, ama olabilecek.

Ya da, bir aşiretler, cinayetler ve adaletsizlikler ülkesinde, kendini tüketen bir vahşet sarmalında tükenip gideceğiz.

Demem o ki, biz şu provokasyonlar konusunda şerbetliyiz. Bir cinayetin veya adaletsizliğin provokasyon olması için tek bir merkezden planlanıp uygulanması gerekli de değil. Kürt açılımı günlerinde ülkenin her bölgesinde yaşanan saldırı ve cinayetler, zaten kendisi bir canlı bomba haline gelmiş bu zihniyetin üfürdüğü bir iklimin ürünü çünkü.

O zaman, madem bir “provokasyonlar” cehenneminde yaşıyoruz, her seferinde şaşırıp duralamak yerine, tüm gücümüzle barıştan yana harekete geçsek ya!

Evet, Muş’taki keleşli cinayetler de provokasyon! Hepsi de provokasyon bunların! Bitiyor mu bunu bilince işimiz? Sen ne gerekiyorsa onu yap, yoluna daha güçlü bir biçimde, kararlılıkla devam et!

Lafım AKP ve DTP’ye ve hepimize tabii. Eğer bu provokasyonlar siyasete galip gelirse, barışı da, refahı da henüz hak etmiyoruz demektir. Barışa hazır değiliz demektir.

Kural şu: Savaş istiyor savaşıyorsunuz, barış istiyor barışıyorsunuz. Provokasyon lafları filan hep bahane. Tüm bu çabalar bisiklete binmeye benziyor; marjinal ivmenin altına düştüğünüzde, yani pedalı hareket etmek için gerekli güçle çevirmediğinizde, poponuzun üstüne düşersiniz.

Hatırlatıyorum, savaş istiyor, savaşıyor, barış istiyor, barışıyorsunuz.

O kadar!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder